SÖYLEŞİLER
HASAN UÇARSU İLE SÖYLEŞİ
(yazan Sungu Okan, 05-06-2006)
Yaşam öykünüzü sizin ağzınızdan dinleyebilir miyiz? Müzikle ne zaman kesişti yaşamınız?
Benim müzikle olan ilk resmi eğitimim ilkokul 2. sınıfta, ilkokuldaki Bostancı’daki Mehmet Karamança İlkokulu’ndaki müzik öğretmenin hem okul içindeki oluşturduğu kursa, hatta o kursun dışında da evine giderek başladı. Özellikle daha çok yaz aylarında devam ediyordum. Akordeon çalarak ben başladım ilkokul 2. sınıfta bir enstrümanım vardı bir şekilde bir hocanın nezaretinde ders alıyordum. Neden akordeon? Çünkü televizyonda akordeon gördüydüm, hoşuma gittiydi. Aileden akordeon istedim, onlarda ufak boyutta, minik bir akordeon aldılar. Böyle başladım. Daha sonra, demek ki 2. sınıf ve 3. sınıf bittiğinde ya da 3. sınıfın ortalarında bu müzik öğretmeni bu çocuğun benle yapacağı iş bitti siz bu çocuğu konservatuvara götürün dediler. İlkokul 3. sınıfta annem beni Çemberlitaş’taki Belediye konservatuvarına götürdü. Orada konservatuvarın yarı zamanlı öğrencisi oldum, beni flüte aldılar. Çünkü ne çalıyorsun evlat? Dediler, akordeon dedim. “Bizde burada akordeon yok, bizi iyisi mi senin nefesli işler bölümüne alalım” dediler. İlkokul 4., 5. ve ortaokulda da yarım yıl kadar bir dönem orada okudum ve bıraktım. Bırakma kararımı ben kendim verdim. Çünkü ilkokuldan sonra ben Kadıköy Anadolu lisesini, orta devre ve lisede okumaya başlayınca, hazırlık yılı program sabahtan öğleden sonraya 16.00’a kadardı. Buradan karşıya geçmek, Çembelitaş’a, dersin saatini beklemek zor geliyordu. Çünkü solfej dersleri ve şu bu hep akşam oluyordu ve haftanın üç günüydü, bu birinci sebep. İkincisi de pek hazzetmiyordum, o yıllarda olan eğitimden lafı fazla uzatmayayım…Ama ben orda 2,5 yıl solfej ve flüt okudum. Durumumda iyiydi bıraktığımda. Sadece liseye devam ettim.
Böylelikle Kadiköy Anadolu Lisesi’ni bitirmiş oldunuz?
Evet, benim orada hiçbir sorunum olmadı. Bir, iki yıl müzikle ilgim olmadı. Oradaki ortaokulun 2. ve 3. sınıflarında tekrar müzikle ilgim başladı. Orada koroda güzel birikimim oldu. Hatta lise boyunca da koro vardı. Güzel bir repertuar söyledik orada madrigallerden, Türk bestecilerine, geniş bir repertuardı. Yani oradaki o koro zevkli bir koroydu. Ben müzik zevkimi doğrusunu söylemek gerekirse orada aldım. Sonra tekrar flüt çalmaya lisede devam ettik. Yani oradaki eğitim artık müzik hocasının nezrinde bir eğitim diye düşünebiliriz. Ama büyük müzik kültürü oldu. Müzik kolumuz vardı, plak alırdık, öğlenleri bir saat öğlen boşluğunda, müzik dinleme seansları gerçekleştirirdik, oda müziği yaptık, 3 flüt yaptık, bütün senfonilerin birçoğunu 3 flüte transkripsiyon yaptık ve çaldık, başka arkadaşlarda vardı. Hatta Mehmet Nemutlu bile iki sene aşağıdaydı benden. Onu da guruba bir şekilde eklemlemiştik. O da bu işi, bizim o jenerasyondan kaptıydı. İşte o arkadaşlardan biri Mustafa Baysal, Ankara Konservatuarından mezun oldu. Daha sonra ben lise son sınıftayken, Teşvikiye’de Muammer Sun ile tanışma şansımız oldu. Bir yıl kadar onunla çalıştık. Konservatuvara girme fikri, daha doğrusu bestecilik programına girme fikri oluştu. Çünkü o yıllarda orta son ve liseden itibaren tam o yıllarda ben beste adına bir şeyler yapmaya başladıydım. Gayet net hatırlıyorum ki lise 1. sınıfı bitirdiğimde elimde birtakım müziklerim vardı ve bende bestecilik okuma, çalışma fikri doğmuştu. Ayrıca gayet iyi hatırlıyorum, o sene hemen işte okul bittiği zamanlarda, Haziran ayında birkaç arkadaş beraber bu belediye Konservatuarına gittiydik. Burada öğrenci olmak için bestecilik programında neler lazım, şartları öğrenmeye, fakat biliyorsun, o şartlar bize fazla ve ağır geldiği için oradan umutlarımız kırılmış olarak geri döndük. Piyanodan bilmem şu kadar seviye yazmış, solfejden bu kadar bilmem ne, oradan bu kadar. Ben o zamanda gayet net hatırlıyorum, ben bunları bilsem zaten oraya niçin başvurayım filan diye söylendiğimi hatırlıyorum ama iyi de oldu. Ama demek ki fikir olarak lise 1. sınıfın sonunda doğmuş ki gitmişim.
Muammer Sun ile tanışmak, bu işe tekrar yeni baştan profesyonel olarak gündeme getirdi ve ben onun çok faydası olduğu büyük teşvik, hayır geç kalmış değilsin, ve bu gibi güzel teşvikleriyle liseyi bitirince sınava girdim. Çok da yardımcı oldu, çalıştırdı, uğraştı, yani yeniden onunla tanışmam olmasaydı ben profesyonel olarak müzikle uğraşmazdım, müzikle uğraşırdım ama o anlamda konservatuvara girme fikri olmazdı.
İlk yıl ben burada Adnan Bey’in öğrencisi olmama rağmen onun isteği üzerine sadece bir yıl solfej ve piyano çalıştım. O bir yıl solfeji Erol Erdinç ile çalıştık, kendisi yeni Fransa’dan dönmüştü, orkestra şefi, birtakım yeni Fransız metotlarıyla güncel ya da kendisinin gördüğü, eğitimini yaptığı. Sonra Adnan Bey ile bütün eğitimimi sürdürdüm ama burada yararlandığım hocaların çok, Cemal Reşit Rey ile resmi bir ilişkim olmadığı halde 1,5 yıl kadar derslerine girdiydim. Çok yararlandım. Doğrudan belki birebir müzik bilgisi olarak değil ama müzik kültürü olarak, bir müzisyen modeli olarak yani onu söyleyebilirim. Bülent Tarcan’ı hemen ekliyorum, onunla resmi bir orkestrasyon dersim oldu ama onun dışında yine çok yararlandım. Bakıyım başka, İlhan Usmanbaş ile derslerim oldu çeşitli. Bunlarda önemli benim için, o yüzden sayıyorum bu adları ve Afşar Timuçin kültürel oluşumumu, birikimimi tamamladım. O sıralar etnomüzikoloji programı da vardı, müzikoloji ve etnomüzikoloji. Oranın birtakım sosyal bilimler derslerini Afşar Bey veriyordu, halk edebiyatı, düşünce tarihi, batı edebiyatı gibi bir takım derslerde hakikaten, o tip derslerde ben, öğrencisi olmadığım halde o derslere girdim. Ödevlerini yaptım, sınavlarına girdim, hiç biri öğrencilikten kendi resmi dersim değil, çok da yararlandım, onu da söylemem gerekiyor. Daha sonra ki yıllarda yüksek lisans eğitimimde, lisansı bitirdiydim Adnan Bey ile beraber, onun vefatından sonra Cengiz Tanç ile çalıştım, çok yararlandım, o arada etnomüzikolojide Ahmet Yürür vardı , ondan da faydalandım. Yani hakikaten hepsinden, birer birer, ufak ufak şeyler aldım ama benim asıl kompozisyon hocam bütün teknik şeyimi yaptığım hocam Adnan Saygun’du. Diğerlerinin etrafında başka perspektifler, bakışlar getirip kimliğimi öğren unsurlar olmuştu. Daha sonra da Cengiz Tanç ile yüksek lisansı tamamladıktan sonra sanatta yeterliliğe başladım burada ve daha sonra Amerika’ya gittim, doktora için, buradaki sanatta yeterliliği tamamlamadım.
Sizin etnomüzikolojiye olan yakınlığınızın sebebi de demek ki Adnan Hoca diyebilir miyiz?
Doğru. Çünkü Adnan Bey geldiğinde, okula geldiğinde o iki dersi bir şekilde üst üste yapıyordu, hatta bazen birleşik bile, yani öyle mekanik bir şey, yani onun günü ayrı, onun günü ayrı değil. Bazen geliyor, şunu söylüyordu, ne taraftan başlayalım, etnomüzikolojiden mi, kompozisyondan mı? Yani onun bir formatı yoktu. Dolayısıyla ister istemez derse katılıyordum. Bazen bugün sadece kompozisyon falan yapalım diyordu ya da bizim elimizdeki iş çoksa, bazen tam tersi olabiliyordu. Böyle biraz iç içe bir örgütü vardı. Böylelikle ben de etnomüzikolojiyi benimsedim, hak verdim, aklım yattı, bütün o derslere girdim. Ödevlerini yaptım, hatta 2. yıl mıydı, hatırlamıyorum, Adnan Bey illa resmi öğrencisi olmamı da istedi etnomüzikolojide, “zaten her şeyi yapıyorsun, neden olmasın?” dedi. Bende, benim için öncelik ifade etmediğini ona bildirdiydim, yani benim için esas bestecilik, kompozisyon, etnomüzikolojiyi biraz kompozisyonu besleyen unsur olarak görüyordum.
Önemli olan gelişmek diye düşündünüz…
Ben ona inanıyordum ve kendimi geliştirmek, yani kendini geliştirdiğin anda her şey bir şekilde çorap söküğü gibi gidiyor. Ben hep hayat boyu yatırımımı böyle yaptım yani, ona da inanıyorum, en iyi yatırım, insana yatırım, en iyi yatırım, insanın kendine yaptığı yatırım. Benim hayat düşüncem o, mesleğini yaptığın ve kendi gelişimine yaptığın yatırım diye. Ben hep böyle davranmaya çalıştım.
İlk yurtdışına doktoranız için çıkmıştınız sonra yarışmalar ve ödüller?
Doktoram için ilk kez yurtdışına 1994 yılının son bahar ayında mevsiminde çıktım, eylül başıdır. Zaten orada dersler hemen öyle başlıyor, hatta bir haftada geç kalmıştım, doğrusu. Birtakım işleri çözmek için öyle bir şey olduğuydu. 1994 Eylülü 1997’nin ilkbaharı nisan mayısta bitirdim. Üç akademik yılda tamamdım doktorayı ki o benim bulunduğum üniversite için oldukça iyi bir zamandır. Yani okul tarihinde benden bir yıl önce arkadaş ilkti, bende böyle ikinci oldum gibi. Evet, yurtdışı deneyimlerim büyük. Çünkü şimdiki gibi değil, yani giderken olan beklentilerim vardı ve onları bir şekilde hepsini neredeyse karşıladım farklı farklı. Çünkü o yıllarda yani bizim öğrenciliğimiz 1980’ler. Öyle ya da böyle 1990’ların hemen başı diyelim. Türkiye’de belli bir liberal politikalar uygulamaya başlandıydı ama bize kadar gelmesi ya da hayata geçirilmesi süreç aldı. Bunların daha fazla hissedildiği yıllar 1990’ların ortası ve bugüne kadar gelen süreç. Daha kapalı bir çerçevesi vardı Türkiye’nin. Yani en azından müzik hayatı olarak çok kendi içine kapalı, dışarıyla iletişiminin zayıf olduğu yıllar. Hem materyal olarak, bilgi olarak öyleydi yani. Şimdi çok kolay her şey, ne bileyim internet var, şu var bu var. Bu önemli bir şey. Bizde hakikaten öyle değildi. Ben hatırlıyorum ve buradaki ortam, eldeki notalar, eldeki kayıtlar, eldeki materyaller sınırlı, yani müzik dünyanı oluşturan şeyler hep sınırlıydı.
Orada ise uluslararası ortam gibi bir şeydi yani. Büyük tecrübe getiriyor ve kendi müziğini, bakış açını başka perspektiflerden yeniden değerlendirme, hatta sorgulama şansı yaratıyor. Güzel kütüphane, birçok şey var, olmayanı istiyorsun filan, bu ortam hakikaten güzel bir ortamdı. Ben hatırlıyorum.
Türkiye ne yazık ki kopuktu dünyadan. Bir sürü sanat prodüsyon anlayışını daha yeni hep onlardan öğrendim ve onlardan duyuyordum birtakım adları, gidip kütüphanede bakıyordum. Onlarında hakikaten böyle bir şey tarafları vardı ve daha yaşayan, daha aktif oluşumlardan, birebir konserlerden filan doğrudan haberdarlardı benim gittiğimde. Rahatlıkla söyleyebilirim, en büyük eksiğim buydu, daha kapalı bir ortam ama öncesini çok iyi özümsemiş bir pozisyondu. Bugün bu kadar olacağını zannetmiyorum, değişti. Şeyler yani buradaki bir öğrenci için söylüyorum yani şey çok değişti. Evet bu. Sonra bir daha Eczacıbaşı’nın ikinci yarışmasına katıldım, tam Türkiye’ye geldiğim yıl. Orada da birincilik ödülünü Özkan ile paylaştık, ondan sonra bir daha Eczacıbaşı yarışmasına katılmadım. Neredeyse Türkiye’deki başka yarışmaya katılmadım dersem yalan olur, yani en azından Eczacıbaşı’na katılmama ilke kararı aldım.
Hatta Özkan ile beraber aldık bunu.
Sebebi neydi acaba?
Yani belli, biraz, bir girdik katıl, iki, böyle gidecek gibi görünce, yani daha genç insanların önünü açalım dedik. Ya da ben iki kere girdim, ikisinde de birincilik aldım, yeter, aynı yarışmadan. Anlamı yok, bana öyle geliyor. Bir kültür bakanlığının yeni bir yarışması vardı, 2002–2003, ona katıldım. Onda da ikinci oldum, ama çok eski bir eserimdi, yani mezuniyet için bestelediğim bir eser. Biraz da o yüzden katıldım. Eser bir bale müziğiydi, büyükçe bir eserdi, hiç çalınmadı mesela. O benim hiç çalınmayan ender müziğimden biridir, çoğu müziğim hemen hemen hep çalınmıştır. O mezuniyet müziğim öyle oldu. Bari onu değerlendireyim filan diye girdiydim. Oradan da ikincilik ödülü oldu.
Kendinizi Yakın hissettiğiniz eserlerden ve bestecilerden bahsedebilir miyiz?
Peki. Efendim, benim en yakın hissettiğim ekol ve besteciler öğrenciliğim sırasında herhalde Adnan Bey’di. Onun yanında kesin, model aldığım Bartok ve Stravinsky idi. Biraz da Wagner koyabilirim, yani benim lisans öğrenciliğim bu. Daha sonra Cengiz Tanç bana bu Polonya okulu denilen Penderecki, Lutoslawski o besteciler o ekolü açtı, hakikaten biraz onlarla da ilgilendim. Amerika’ya gittikten ve döndükten sonra daha çok benim müziğim ki beni en fazla herhalde o dönem eserlerim, yani bugüne kadar gelen hepsi. Daha çok ekol diyemem buna ama rahatlıkla söylenebilir yani herhalde ben bugün çok zor bir besteciyi post modern tanımlamasının dışında tutabilmem çok zor. Yani dolayısıyla bir ekol diyemem ona ama bir yaklaşım olarak işte modern sonrası müzik üretimine yakın duruyorum. Bu ne demektir? Kabaca özetlersek, bir şekilde bir dil çoğunluğunu kabul ediyorum. Müziğimde de böyle bir çoğunluğu benimseyip kuşatmaya çalışıyorum. Yani tekil bir dil, tek bir dil üstünden benim müziğim konuşmuyor. Yani birkaç ayrı dil ya da üslubu, de ne dersen de, bir arada bağlandırabiliyorum. Yani bazen birbiriyle bir araya ontolojik olarak gelmesi zor olan müzikleri bile bir şekilde kullanabiliyorum. Müzik dışı referanslarım çok, yani ben genelde müziğimi yine bu son dönemlerim için söylüyorum, çok böyle müziğin içine kapatan bir pozisyonum yok. Yani Brahms’çı bir sanat anlayışım yok, yani müzik sadece kendisidir, kendi dışına referans vermez. Senfoni No: 1 No:2 No:3’teki gibi ya da sonat bilmem ne, yaklaşımım yok. Birtakım müzik dışı çağrışımlar ve müzik dışı olaylar, olgular, durumlar benim müziğimde belirleyicidir. Bu doğrudan müzikal olmasa bile kavramsal, çağrışımsal olarak böyle bir şey var. Dolayısıyla bu çerçevedeki bestecilere ilgi duyarım, ama yakın hissetmek? Beğenirim, bazen kendime uzak bestecileri de beğenirim. O ayrı mesele. Benden beklide tamamen, kökten bambaşka bir pozisyonda oturan bir bestecinin müziğini de beğenirim. Yani o ayrı şey. Ama benim anlayışıma yakın duran bestecileri düşünmem gerekirse, öyle bakan, yani ille bunları şey yapmam gerekmiyor, ille bu bestecileri beğeniyorum sözü çıkmasın buradan, onu söylemek istiyorum. Tam tersi pozisyondaki birini de benim beğenmemem için hiçbir neden yok.
Sizi besleyebilmesi önem taşıyor sizin için…
E tabi, yani dünyamız ayrıdır onunla ama hakikaten onun müziğinin öyle özellikleri vardır ki yani hayran olmamak elde değil. Ama böyle bakarsın, ben bu değilim dersin. Yani bunun bende karşılığı yok, ben böyle olamam ama o çok iyi. Yani böyle bir sürü besteci var ama ben kendi dilimden yakın olabilecek besteciler filan diye bakarsam mesela bunu bir öncelik sıralık değil tam aklıma gelen besteciler, biraz sana yardımcı olsun diye söylüyorum. Bir şekilde paralellik olabilecek besteciler, hala daha ben mesela şeyimi, Türk müziği besteciliğinden cumhuriyet sonrası bir kaynağımı öyle ifade edeyim, işte Beşler ve sonrası besleniyorum. Yani ben onların üretimlerinden özel birtakım noktaları, ayrıcalıklı pozisyonlarını, bütün eserler, üretimler olarak değil, eser içinde belli noktalar, belli kesitler filan olarak söylüyorum, önemsiyorum ve kendimi bir şekilde o sürece eklemlendirmeye çalışıyorum. Sadece o da değil, bir ikinci dayanağım kendimce bu geleneksel Osmanlı müziği. Oradan da kendime bir var oluş dayanağı oluşturmaya çalışıyorum. Yani bir temelimi de oraya yaslamaya çalışıyorum ve oradaki birtakım besteciler. Bunun dışında Batı’daki ya da Türkiye dışı bestecilere bakarsam Uzakdoğu mesela Japon Takemitsu benim için önemli bir şahsiyet, müziğini de beğeniyorum. Bir şekilde post modern sınıflamasına giren ve birtakım farklı olabilecek, yerel olabilecek değerleri kuşatmaya çalışan birtakım besteciler olduğu için benim için önemli. Bunları, bu çerçevede adları çoğaltabiliriz. Bunun dışında ben birtakım farklı kültürlerin müziklerinden de beslendiğimi söyleyebilirim. Hint müziği, Afrika müziği gibi, ben onlara, müzik dilim hep açık, bazen kavramsal, bazen de doğrudan doğruya ses olarak. Hatta Pakistan ve bu gibi değerleri önemsiyorum.
Peki müzik dünyasının günümüzdeki hareketliliğini nasıl yorumlarsınız?
Dünyadaki müzik hareketleri? Peki değerlendirelim. Evet doğru. Dünyadaki müzik hareketleri şu. Bir son 20 yıldır rahatça söyleyebiliriz öyle ya da böyle, halen daha bu modern müzik üretiminde, peki öyle söyleyelim ya da belki post modern diyelim, ne dersek diyelim. Birtakım büyük merkezler , yani müzik merkezleri, sadece müzik merkezleri de değil estetik merkezler ve birtakım estetik doktrinlerin olmadığı ortam kalmadığı kesin. Burada herkes hem fikir. Yani böyle tek bir blok halinde bir müzik anlayışı, bir estetik duruş ve onun etrafında kümelenmiş besteciler gurubunun oluşturduğu birtakım kutup ya da kutuplar bu tip merkez noktaları yok.
Dünyada müzik dedik, şimdi ben buradan ona bağlamak istiyorum. 21. yüzyılda Türkiye’de müzik politik bir görüşün etkisinde mi yönlendiriliyor?
O kadar değil. Yani 21. yüzyılda Türkiye’de müzik o kadar değil. Yani belki orada politik bir görüş var. Ama bunu bir ideolojik olarak uygulamaya girdiğini ben söyleyemem. Böyle birtakım ilkeler filan yok ama şöyle bir şey var. Yani 21.yüzyılda Türkiye’de müzik cumhuriyetin ilk yıllarında olduğu gibi birtakım bu tip estetik çerçeveler, kategoriler, ideolojik yaklaşımlarla çok belirlendiğini söylemiyorum, göremiyorum. Ne var dolaylı, biraz da zamanın ruhu genel bir ortam tabi o nihayetinde politik bir şeyin sonucudur. Benim gördüğüm şu anda 21. yüzyılda ta 1983’lere kadar gider. Yani Özal ile beraber gelen bu liberal süreç bugün müzik üretiminin ya da Türkiye’deki bütün sanatsal üretimin temel şeyi odur. Yani bütün bu gelen post modern davranışlarda bu açıklık, özgürlük politikasının belirlediği şekilde olmuştur. Bugün Türkiye’deki müzik hakikaten baktığında hayatının özüne hala daha ben 1980’lerin ortasındaki bu açılma liberal politikaların kesin belirleyici olduğunu, değişen bir şey olmadı çünkü. Ufak tefek birtakım şeyler olsa da hala daha özünde Türkiye onu yaşıyor. Örnek mi? Çok somut örnekler var. O yıllara kadar Türkiye’de müzik eğitimi verilen müesseseler gayet sınırlıyken şimdi çoğullaştı ve bu çoğullaşmayla beraber yaklaşım farklılıkları da çıktı. Örneğin bestecilik eğitimi, şu anda İstanbul’da kaç yerde, 4-5 yerde bestecilik eğitimi verilen kurum var ve bu kurumların hepsinde de farklı farklı yaklaşımlar var. Birbirinin modeli, devamı filan falan gibi değil. Tamamen o açıklık politikasının getirdiği o liberal politikaların getirdiği şeylerin sonucu daha bir sivilleşme görüyorum, bunların doğrultusunda yine bu politikaların doğrultusunda. Sivil orkestralar, sivil müzik hareketleri yani neredeyse devlet desteğini, devlet orkestraları dışında bu müesseseleri dışında yok gibi bir şey. Daha sivil festivaller, sivil organizasyonlar, sivil konserler bu böyle devam edecek, görünen o. Eğer bir çeşit politikaya indirilirse 1980 ortası bu liberal politikalar ki ben bunlara olumlu bakıyorum. Eğer söylemek gerekirse, yani senin durumun nedir? Bunu destekliyorum. Tamam, o konuda çok olumsuz şeyler söylenebilir ama bu açılardan baktığımda bu tip bir liberal yaklaşım iyi bir yaklaşımdır. Farklı seslere, farklı görüşlere, davranışlara, en azından yaşam bulma şansı verir. Bir çeşit sivil bir desteğin de varsa, yani bir şeyi oluşturabilmişsen bir gurup, bir anlayış, bir dinamizm oluşturabilmişsen. Ama onun dışında biraz benim bu sorudan aldığım yani cumhuriyetin ilk yıllarındaki bir ideolojik veri olarak böyle bir şey yok. Ama dolaylı olarak bu bir ideolojik veridir dersen evet derim. E tabi mesela bazı sosyal koşulla bazen şeyler olmayabilir, yani ne bileyim 1930’lar ve 1940’larda ve daha sonrasında Sovyetler Birliğindeki birtakım şeyler estetik normlar gayet ideolojik olarak kontrol edilen şeyler. Ama batı dünyasında da piyasa koşulları, bilmem ne koşulları filan falan belki böyle görünmeyen normlar da bir şekilde kontrol mekanizması oluşturabilir, serbest ortamda da. Ve bilmiyorum, ama benim gördüğüm genelde durum bu. O kadar böyle bir ideolojik tek bir görüş yok. Böyle daha, bu da bir ideolojiyse evet, yani. Ama dediğim gibi 1980’lerin politikalarının etkileri sürüyor diyorum ben. Hala yani 1980 ortası desek 20 yıldır aynı şeyin ürününü Türkiye biçiyor. Bence faydalı, yani ben onu olumlu görüyorum. Müzik açısından olumlu görüyorum, daha sağlıklı bir çerçeveye gittiğine inanıyorum. Ben böyle değerlendiriyorum orayı.
Peki cumhuriyet dönemi müzik devrimini nasıl yorumlarsınız?
Ben onu yaşamadım ama birinci ağızdan, yaşayanlardan onu duydum. Ben birinci ağızlardan dinledim. Sonunda doğrudan bizim kuşağımızı da etkiledi aslında. Ama hem etkiledi hem etkilemedi. Şimdi doğrudan nasıl etkiledi: hocalarımız olarak etkiledi, kurulan müesseseler, kurumlar olarak etkiledi. Çünkü öyle ya da böyle nerden bakarsak bakalım işte bu konservatuvarlar, devlet operası, senfonisi, Türkiye’de birtakım müzikle ilgili resmi müesseseleri müessese olarak baktığımızda eğitim sistemi vs. tamamen bu cumhuriyet dönemi müzik hareketinin mahsulleri. Yani onun kendi ürettiği şeyler. Yani dolayısıyla bir kere oradan bir etki var ve biz bir şekilde bu cumhuriyet…
Onun içinde kendimizi bulduk. Ama bir sanatçı olarak o yılları biz, içinde bulunduğumuz, yaşamadığız için, bulunmadığımız için, bizim pozisyonumuz içinde olanlardan çok daha farklı. Yani ne bileyim, bir kere Adnan Bey hala daha yaşıyordu o tuhaf enerjiyi ve dinamizmi. Yani hala daha hissediyordu ve o konuda kendisini, kendisine verilmiş bir görevi olan, bir besteci gibi görüyordu. Bir misyonu olan bir besteci gibi görüyordu kendisini. Son zamanlarda bile öyle görüyordu. Yani bizim hiç birimizin zannetmiyorum ki böyle bir misyonu hissettiğini, böyle bir duruşumuz görüşümüz olmadı. Biz başka bir devrin insanıyız. Biz onu yaşamadık. Yani ben kendi adıma konuştuğum gibi çevremdeki diğer müzisyen arkadaşlarım içinde konuşabilirim bunu. Yani tamam belki biri reddedebilir filan ama pek zannetmiyorum. Biz hiçbir zaman kendimizi bir ulusal müzik kültürü oluşturacak diye bir görevde hissetmedik. Böyle bir şeye donanmadık, böyle bir şeyimizde olmadı. Vazife bilincimiz olmadı. Biz daha rahat işte bir besteci olarak ne yapabiliriz, kendimizi nasıl daha iyi ifade edebiliriz. Benim kendi şahsi kaygılarım oldu. Daha çok kimlikle ilgili, kendi pozisyonumla ilgili, kendi müzikal duyuşumla ilgili. Yani benim ayırıcı müzik kimliğimin öğeleri nelerdir gibi. Ama böyle bir bütün Türkiye’yi kapsayacak bir ulusal müzik ve yeni modern bir müzik dili oluşturma şeyimiz olmadı, yeni toplum, yeni müzik gibi. Ama Adnan Bey’de hatırlıyorum, tamamen bu fikirler çok net bir şekilde vardı ve bu görev bilinci. Dolayısıyla durumumuz öyle bir farklılık gösteriyor. Bizim kuşağımız evet böyle. Yani, etkisi bu, daha çok kurumsallaşma ve çalıştığımız önceki hocalardan aldığımız bir elektrik, bir haleti ruhiye dışında bizim üstümüzde çok belirleyici olduğunu zannetmiyorum.
Bir de Osmanlı müziği var. O negatif öğe olarak dışta bırakılması gereken öyle mi? formül bu mu? Ziya Gökalp’den gelen ve 1930’larda biçimlenen ideolojik formül bu.
Ama baktığım zaman bu formüle uymayan besteci çok. Mesela Necil Kazım Akses 1930’larda halk müziği ile ilgileniyor birtakım eserlerinde ondan sonra bir daha hiçbir zaman yok. Öyle ya, ben bilmiyorum. Yani 1940’lardan sonra daha orta Avrupa romantizminde, Alman romantizminde, geç romantik bir çizgide yürüyor, daha sonra bu geleneksel, Itri’den nevakar üstüne bilmem ne daha Osmanlı müziğine dönüyor. Eğer bakarsan böyle. Hasan Ferit Anlar, yine yani o yıllarda birkaç ufak tefek türkü benzeri, halk müziği benzeri yaklaşımı var, onun dışında yok. Zaten kaynağı Osmanlı müziği icracısı, kanun, daha çok o çizgide kanun konçertosu, viyolonsel konçertosu, bilmem ne. Adnan Bey biraz sürdürüyor ama onunda o yıllardaki gibi değil pozisyonu ama ilke olarak var. Bana göre en bu ideale sadık kalan herhalde Ulvi Cemal Erkin, başından sonuna, bu halk müziği geleneği ve batı müziğinin birlikteliği konusuna. Ama Adnan Bey daha derinlikli birtakım düşüncelerle illa bu ilişki birebir olmayabilir, halk müziğiyle olan ilişkim. Ama benim oradaki birtakım kavramlarla olan ilişkim diyerekten daha başka birtakım açılımlar getirerek yoluna devam ediyor. Ama özü yine aynı kalıyor. Ama mesela böyle örnekler verebilirim: Cemal Reşit Rey için keza aynı şeyi söyleyebilirim, onda da öyle hemen 1930’larda bambaşka çizgilere ve daha çok da bu Osmanlı müziğinin izleri olan bir müzik. Yani orada bile çok net bir durum yok, daha sonra bu söylem yani bu ideolojik söylem 1930’lu bazı bestecilerde ki başını Muammer Sun çeker. İkinci bir dalgasını yaşıyor, yani üçüncü kuşak bestecilerde ki o da bu Beşlerle biraz da karşı olarak yaşıyor. Çünkü onların iddiası tamamen, aslında şey ile paralel 1950 sonu ve bu 1960’larda bu köy kültürünün yine baştan egemen olmasıyla. Çünkü üretilen müzikle kitlenin arasındaki mesafeyi azaltmak amaç ve o yıllarda bir köy bilinci de doğuyor, varoşlara göçler, şunlar bunlar, köy sorunsalı. Köy romanı nasıl varsa bir köy resmi, tiyatrosu nasıl varsa, bunun bir müzikteki karşılığı da mesela Cenan Akın, kısmen Ferit Tüzün tabi rahatlıkla aynı yıllar. Konulara bakınız, Çayda çıra, çeşme başı, sultan gelin, efendim bilmem ne bilmem ne gibi. Oradaki şeyin biraz Beşlere daha cumhuriyetin entelektüel aydını olarak hakikaten kaynağa, yerel kaynağa mesafeli durdukları söyleminden bir dolaylı eleştiri var. Biz aslını gerçeğini ve daha doğrudanını, insanlarla daha doğrudan iletişim kuranını yapacağız gibi başka bir yaklaşım var, tabi tamamen. Çünkü 1950’lerde Beşler bambaşka noktalara gittiler. Daha çok Avrupa’dan gelen daha soyut akımların etkisinde daha farklı bir çerçeve. Bunlar daha, tekrar hayır biz orada yokuz, tamamen ve eğitim müziği anlayışı olarak da Cenan Akın filan tamamen yerel değerlerden kaynaklanan bir eğitim müziği oluşturma ve böylece ulusal müzik amaçlanan bu 1930’lardaki projeyi gerçekleştirebileceğiz. Bunlar bir cumhuriyet enterijanyası olarak mesafeli durdular. Mesela ben şeyde söyledim. Bu Yakup Kadri’deki meseleler, Yakup Kadri’de de mesela köy meselesi var, aynı, Adnan Bey’deki gibi. Ama Fakir Bayburt’taki şey bambaşka bir köy…
Bizim böyle bir misyonumuz hiçbir zaman olmadı. Benim gördüğüm, benim jenerasyonum ve sonrasındaki herkesin kendini ifade etmek, müziğe katkıda bulunmak, böyle söyleyebilirim. Evet, bir müzikal kimlik kaygısı ben kendimde her zaman hissediyorum bunu. Yani kimliğimi önemsiyorum, müziko kimliği önemsiyorum.
Beste yaparken izlediğiniz yol, metot ve sizi neler besler, nelerden ilham alısınız, nasıl başlarsınız beste yapmaya ve de nasıl noktayı koyarsınız, nasıl olduğuna karar verirsiniz?
Benim yani benim için beste, özellikle son dönemlerim için konuşayım. Çünkü daha evvelki bazı dönemlerimde daha yapısal yani müziğin içindeki birtakım müzikal fikirlerden hareket etme kaygım vardı. Hala daha o kaygım var ama şu son dönem, bir on yıl falan söyleyebilirim rahatlıkla, o kaygı yerine daha müzik dışı referansları, müzik dışı bağlantıları olan bir müzik anlayışına bıraktı. Dolayısıyla bu tabi besteleme şeyimde birtakım değişikliklere uğrattı. Yani bundan kast ettiğim müziğin dışındaki birtakım kavramlar, fikirler, düşünceler, durumlar benim müziğimin başlangıcı için hareket noktası, ateşleme noktası veriyor. Tamamen müziğin içindeki birtakım fikirlerden değil, ne bileyim bir ritmik motif ya da bir akor bağlantısı gibi değil. Daha başka yani müziğin içinde olmayan birtakım düşünceler, yani bunlar bazı sosyal düşünceler, toplumsal düşünceler vb. gibi. Yani bunlar beni bunlardan sonra, daha öncelikli fikirler bu tip fikirler. Yani ben öyle müzik yazayım ki buradaki bu durumu, buradaki bu duygusal süreci, düşünsel şeyi izlenimi içinde tutan bir müzik olabilsin gibi. Böyle şeyler epey belirleyici olmaya başladı, benim son dönem müziklerimde. Hakikaten bunlara da örnekler verebilirim. Ne bileyim dediğim yaklaşık bir on yıl biraz daha belki şey olabilir süreçte bu böyle. Yani tamamen böyle bir müzik parametresi ile çalışmıyorum. Evet, şöyle bir ritim var ama ne güzel ben bunu geliştireyim falan değil ilk yola çıkışım ya da şöyle bir akor var ya da şöyle bir doku olsun. A ne güzel sesler, bunların üstüne nasıl müziği devam ettirebilirim ya da nasıl bir kurgu yapabilirimden çok bu tip bir şey. Ondan sonra bu söylediğim daha malzeme ile birlikte olan süreç ondan sonra geliyor ve yine benim belki işte kendimi o yüzden dedim. Post modern rahat kullanıyorum. Çünkü alıntı son dönem müziklerimde benim alıntı çok önemli bir yer tutuyor. Yani alıntı dediğim var olan, yaşanmış, benimle alakası olmayan bir müziği ya da bir müzikten bir fikri, bazen müziğin kendisini olduğu gibi alıp ya da bir fragmanı neyse kendi müziğimin içine bir yere eklemliyorum. Bazen onunla çalışıyorum, onun etrafında dönüyorum. Onun estetiği uzun boyutlu bir estetik. Onu da uzun uzun açıklarım. Bu konuda da hakikaten yazı, metinde var, yazdığım. Yani alıntının benim müziğimdeki önemine ve yerine farklı farklı şekilde kullanırım onu. Ya birtakım dışsal referanslar çerçevesinde kullanıyorum, birtakım yaşanmışlıklar çerçevesinde kullanıyorum. Bazen de çok basit psikolojik etkileriyle kullanıyorum ama değişik değişik alıntılar hep kullandım ben müziğimde ve bazen bunu bir kimliğimin parçası olarak da kullanıyorum. Biraz alıntının üstüne devam edelim. Mesela somut birkaç bir şey söyleyeceğim alıntı. Mesela benim “Eski İstanbul’un Arka Sokaklarında” bu bir referanstır, adı bile öyle eserin. Olan müziğimde alıntı şöyle iki türlü pozisyon. Yani bak, bu enteresan, zorlanıyorum da bazen. Çünkü daha yazmak, bunu daha kolay oluyor. Orada, uzun hikâyeler anlatmak istemiyorum ama mesela Dede Efendi’nin Hüzzam Mevlevi ayininden iki özel noktayı kullandıydım. Hem bunun benim için bir psikolojik karşılığı da vardı bu eserin o noktalarının, hem de eserin genel doğasıyla buluştu doğrudan alıntı. Başka mesela orada, o eserde yine birtakım belki de eseri kuran bütün jestler, figürler filan tamamen bir taksimdeki jestler, figürler ve onların farklı boyutlarda ele alınmasıyla gelişen şeyler. Çünkü orada taksim Yorgo Baconus’un bir ud taksimidir, nihavent ud taksimi, mesela bu böyle. Bir başka müzikte bak mesela o da yine “Zamansal Çelişkiler Kenti İstanbul” yine bak burada da bir hep bu tip adlar, referanslarla, bu tip İstanbul benim son dönem müziğimde önemli, kendimle de bağlantısını kurarak bir şekil ve besteci ilintisi, İstanbul’u önemsiyorum.
Peki ya makamsal örgüler?
Dolayısıyla kullanıyorum, yani ben onu kendimce kullanıyorum. Yani ben orada, amacım makam müziğine filan hizmet etmek değil ya da onu geliştirmek değil, onu böyle çok çağdaş bir platforma getirmek değil. Benim öyle bir misyonum hiçbir zaman yok, olmadı da. Ben sadece kendi perspektifimden, ben işte İstanbul’da doğmuş, belli bir ortamda yetişmiş, bilmem ne, müzisyen olarak benim etrafımdaki olan müzik kültürleri, çocukluğumda, şurada burada olanı ben bir şekilde değerlendirmeye, sunmaya çalışıyorum. Seviyorum ama böyle büyük ülküsel şeylerim yok. Yok, yani, kullanıyorum tabi, yani makam bile bazen diyemeyebilirm. Çünkü o kadar uzun boyutlu bile olmuyor. Yani sihir her zaman eksik de olabiliyor. Ama fikir veriyor, yani duygusal olarak, hemen bu bir makam dizisi şeyi, yapan yerler, her zaman öyle de değil. Çok daha soyut yerler var ama alıntılarla filan böyle bir şeyler çıkıyor. Deforme ediyorum bilmem ne, başka müziğim vardı orada da bir rebet melodisini kullandıydım. Gayet keyifli bir şekilde, hiç çekinmeden. Çünkü hakikaten eser baştan da biliyordum onları, nerede kullanacağım, hangi nokta da kullanacağım, neden kullanacağım, nasıl kullanacağım, nasıl bir prizmadan geçirip kullanacağım şeyleri biliyorum. Dolayısıyla kullanıyorum, en son yazdığım müzikte mesela Hacı Arif Bey’in bir şarkısını ben bir alıntı olarak kullandım. Metinde zaten ona hizmet ediyordu. Müzik kaçınılmaz, kafamda aman bu alıntıyı kullanayım diye bir şey yok. Bu mezzosoprano ve orkestra için bir eserdi. Atilla İlhan’ın bir şiiri “Ben Sana Mecburum” diye. Şimdi ne arıyor burada dersen, sözler oraya getirdi bende kullandım. Yani işte zaten şiir bir aşk hikâyesi ama kentler o kadar ölmüş ki yani tamamıyla İstanbul ile örülmüş bir aşk. Sürekli İstanbul’un geçmişine göndermeler de yapan bir müzik, bir şiir pardon, benim bütün estetiğime de nefis uydu. Çakıştı, mesela oradaki işte sözleri hatırlamaya çalışacağım. O alıntıyı nasıl kullandım, önceliğe nasıl yer. İşte şöyle bir şey; “Fatih’te bir gramofon çalıyor, eski zamanlardan bir Cuma çalıyor, durup köşe başında soluksuz dinlesem diyor ve oradan oraya derken o Fatih’te eski Cuma’yı çalan gramofondan bir Hacı Arif Bey şarkısından bir soluk”. Şiire de müdahale ediyorum ama benim müziko fantezim şeyle de çok uyuştuğunu düşünüyorum yani müzikle de, şiirle de ve onun imgeleriyle de uyuştuğunu böyle gibi. O yüzden de ben korkmuyorum kendime post modern demekten, çekinmiyorum yani.
Bu durumda sizin müzikal dilinizi en iyi şekilde tanıtacağınıza inandığınız eserler hangileriydi? Aslında konuşmamız içinde geçen eserleriniz mi yoksa eklemek istediğiniz başka eserler var mı?
Eski, yani işte son on yıllık eserlerim gayet rahat yani Amerika ve ondan sonra eserler diyebilirim. Ondan önceki daha çok teknik meselelerin önde olduğu eserler, yani öğrenciliğimde yazdığım eserlerde daha teknik, mükemmellik ya da belli bir şeyi kotarma, biçimi kotarma gibi söyleyebileceğim şeyler daha ön planda. Yani oradaki kaygılarım benim bu bir kimlik kaygısı, kendime özgü bir müzik dili oluşturma kaygısı, bir müzik stili diyebilirsem oluşturma kaygısı değildi. Yani benim, ben kimim? Yani benim müziğe getireceğim yaklaşımım ne olmalı, nasıl olmalı sorunu. Yani kimlikten kast ettiğim bu. Benim ayırıcı duruşum nedir, ne olmalı? Onu yaşamaya başladığım sorgulamaya başladığım süreden sonra benim için hemen hemen bu eserler son on yıl, yirmi yıl rahatlıkla beni temsil eder, anlatır diyorum. Yani çünkü ondan öncesi dediğim gibi yani bir cins birtakım yöntemlerle, tekniklerle aşinalık, birtakım stillerle flört gibi bir şeydi.
Peki arkanızdan sağlam bir jenerasyonun geldiğini düşünüyor musunuz?
Ben memnunum. Ben sadece kendi öğrencilerimiz içinde söylemiyorum. Bütün geç gelen besteciler grubu için söylüyorum. Aslında onlar bakıyorum da bizim yapmadıklarımızı yapıyorlar. O yüzden çok memnunum ya da bizim yapmaya cesaret edemeyeceğimiz şeyleri de yapıyorlar. O yüzden ben memnunum ve nasıl bu oluyor? Biraz evvel söylediğim çoğulculuk bunun en önemli şeyi. Farklı eğitim, kimisi çok deneysel pozisyonda, kimisi bambaşka pozisyonda, kimisi bu tip spectral aradaki sesleri kullanıyor, kimisi böyle çok büyük çeşitlilik var. Dolayısıyla bu çeşitlilik bir anlamda Türk müziğinin, Türk bestecilerinin de çeşitliliği. Yani herkes kendi çizgisinde, perspektifinde filan açısını bir yerde çiziyor. E açınız müziğin kocaman ses dünyasını bir yere kadar kuşatabiliyor. Tamam, ama onun içinde ne yaptığımız önemli ama o kadar. Ama o çeşitlilik yani benim genelde gördüğüm benden ve bizlerden daha farklı yerlere projeksiyon tutuyor, ışık tutuyorlar. O yüzden ben o konuda çok mutluyum, mesudum. Yani büyük bir çoğunluk, büyük bir hamle var. Yani Türk müziğinde özellikle bu modern anlayışlı Türk müziğinin bence patlama yılları şu birkaç yıl. Çok besteci var, çok iyi besteciler, başarılı besteciler. Yurt dışında çok aktifler, içerde aktifler yani ben onu görüyorum. Çok memnunum. Yani hiçbir zaman Türk müziğindeki bestecilik bu kadar kalitede iyi, üst düzeyde aktif bir şey olmadı ve daha sivil refleksleri de var. Birtakım organizasyonlar şunlar bunlar olarak da bakıyorum ben. Mesela o tip roller almaktan da çekinmeyen insanlar. Onlar kuşak farklı tabi ve iyi görüyorum ben. O çeşitlilik çok iyi bir şey yani farklı farklı anlayışlarda birçok besteci var. Başarılılar da, iyiler, iyi durum yani. Hiçbir zaman bu kadar şeyi olmadı. Bu büyük bir patlama gibi yani. İyi, bu kadar hem sayısal olarak hem tespit edilen anlayışlar, estetikler stil olarak, hem kalite olarak, hem de yani yurt dışı ile olan ilişki hem de yut içindeki birtakım etkinlikler olarak ben iyi görüyorum. Yani çok rahat bunu söyleyebilirim. O konuda en güzel zamanları bence zirvede de, şu son dört beş yıl için özellikle söylüyorum. Bundan sonra da öyle olacak gibi yani. Şu anda değiştirici bir durum yok. Bunun ama yine de bu 1980’lerin etkisinin bunda ürünü. Onun şeyini sürülüyor, tohumların verdiği durumlar. Öyle ona da hak vermiyor değilim olumsuzluklara ama işte hayat böyle birtakım olumsuzluklar, birtakım olumluluklar her şey de böyle yani. En azından bu açıdan ben öyle görüyorum.